Melankoli

boyutsuz bir sevda bu…

  • 14 yıl önce, admin tarafından yazılmıştır.
  • 4 Yorum
  • Kalır

boyutsuz bir sevda bu
zamanı yok
mekanı yok
sonu ne olur diye
hesabı yok

boyutsuz bir sevda bu
korkusu yok
türküsü yok
sen sever misin diye
sorgusu yok

boyutsuz bir sevda bu
zinciri yok
silahı yok
böyle olmalı diye
kitabı yok

yazar: Dilek Özdemir

  1. sad_E dedi ki:

    Dudakları çiy masalı zaman, öptürdü ağzını göçebe güncelere
    hayat, sesini yitiren bir şarkı oldu dillerde

    dar vakitlerin geniş sancısıydı, hüzün yağıyordu kente
    gerçek acılarla, yalancı sevinçlerin dolaştığı sokaklarda
    yalnızlık kol geziyordu
    zaman satıyordu sevdaları kör gecelere
    sevdalar parke parke çamurlara gömülüyordu

    zindanlara çivili
    prangalı bir mahkumdu huzur
    ağrıları dinmek bilmiyordu

    saçak saçak bir çürümüşlükle, tahtaları kömürleşip döküldü
    söküldü menteşeleri umut penceresinin

    -hava zeytin karası, yürek yarası hava-

    dilimin basamaklarına indirebilseydim yaşam sözcüğünü
    saçlarıma yıldızlar takıp, kendi elimle yürüyebilirdim şafaklara
    kutsayıp kavgamı, ağaçlar dikebilirdim dağ-bayıra
    bir de türküler tutturup üstüne
    baharı döllendirebilirdim
    ölebilirdim el açasıya

    bağırdım
    kanadım hırsla
    uzak taşra köylerinden bir avuç saflık aldım
    bandım ekmeğimi

    yüzümü yıkamak istedim nilüfer sesli sularda
    en hayta yanımla, vurup dibine
    gülmek istedim
    gül büyütmek istedim

    -açamadım kapağını hayatın-

    dokunsam, gurbete doğrulurdum
    dokunmasam vurulurdum

    yarası kabuk tutmayan sevdalar gibi
    tükenerek bitirdi kendini
    yükledim kıyısız gemiye
    dümeninde sonsuzluğun elleri

    sağırlar
    dilsizler
    kimsesizler
    mavisiz sularda
    kaybolup gittiler

    sakladım ihtilalleri sandığımda, kimseye söylemedim
    koynumda bir keman ağlayışıyla, kuşanıp yangınlara gittim

    bir çocuk uçurum uçlarında
    asılmış dili sarkıyor

    gözlerinde yitik kent kalıntıları
    kaoslardan sabahlara çıkan çığlık
    vurdu şakağına

    gözyaşı damlası
    zorladı ve çatlattı tohumunu
    kimbilir hangi boşlukta, hangi hüzün açıyor

    Müsade Özdemir

    (Yaşar Tomsuk mükemmel yorumlamış…Dinlemenizi tavsiye ederim).

  2. sad_E dedi ki:

    YAĞMUR

    Yağmuru sevdiğini söylüyorsun
    ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun

    Güneşi sevdiğini söylüyorsun
    ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun

    Rüzgarı sevdigini söylüyorsun
    Rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun

    İşte bundan korkuyorum
    Çünkü beni de sevdigini söylüyorsun

    W.SHAKESPEARE

  3. sad_E dedi ki:

    BİR ÇIĞLIĞIN SESSİZLİĞİ

    Bir çığlığın sessizliğidir,
    Derin suların dinginliği
    Kararan kayalarında
    Derin suların dingilliği
    Çatlatır yüreğinde korkunun tohumunu
    Çünki sensizlik en büyük ustadır.
    Düşü gerçeğe dönüştürüverir apansız
    Isırır bir hançerin yılan dili gibi çatallaşan çeliği
    Sonra yanlızca öyküler kalır.
    Ve sen onu yaşarsın çaresiz
    Dirhem dirhem tartılmaz ki dostluk
    Yaşanmaz ki vermesini bilmeden
    Damla damla birikirken birşeyler
    Boş bir tapınakta birden
    Çalar gibi olur çanlar
    Ve yaşamın hesabını
    Veremezsin bir türlü
    Sonra boğuntular sessiz haykırışlar
    Karanlık sokaklara çeker seni
    Çanlar beyninde asılı duran
    Madeni bir gökkubbedir artık
    Kulaklarına balmumu da akıtsan
    Delecek beynini bu çığlığımsı sessizlik.
    Ve bu katran gibi yanlızlık

    AHMET TELLİ

  4. sad_E dedi ki:

    Vardım eteğine, secdeye kapandım;
    Koşup bir koluna sımsıkı abandım.
    Karlı başın yüce dedikleyin yüce.
    Sükun içindeki heybetin gönlümce.
    Devce yapında ilk rahatlığı duydum.
    Şifa mı ne ki ruha bu ilk yudum.
    Hayal arkasında boş çırpınışlarının.
    Sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
    Sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
    Bir gemi gibisin göklerde demirli
    Ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu…
    Düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
    Açan o ağulu çiçek delilikte,
    Giren sır mezara cesetle birlikte,
    Şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi.
    Yılan ağzındaki elma… Ey, ateşi
    En derin yerinde gizli gizli yanan!
    Seyrediyor ruhum kar balkonlarından
    İnsanın göresi olmaz manzarayı
    Ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
    Yıkılıyor… Duygu bir kartal hıziyle
    Fırlıyor engine sevinç avaziyle.
    Bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
    Hep böyle başımın üstünde dursunlar
    Menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi.
    Asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
    Dünyayı saran bu gece ne gecedir,
    Yıldızlardan yağan ışıklar ne incedir!
    Yansın o yıldızlar bitinceye kadar
    En derin uykular, en tatlı uykular.
    Ey, gökperdelerde şahlanan tanrısal!
    Eteklerindeyiz işte. Ve bir masal
    İçinden gelmişiz sana, atlı yaya,
    Attığımız okta kısmeti bulmaya.
    Yitik, perişandır elbet bencileyin
    Pişmanlığa ırgat olup geceleyin
    Günle bahtın çağrısına koşan kişi.
    Ah, iç sıkıntısı; sen ettin bu işi.
    Zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
    Ayaküstü günah işlenen gecede
    Bir susuzluk kadehi sunmuştu bana;
    Yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
    Yel alsın götürsün bütün o geçmişi,
    Büyülü kadehin zehrinden içmişi
    Serin yalanında kandırmaz her pınar.
    Dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
    Bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
    Bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
    Ya da bir teknede açılmış bir delik;
    Hangi pencereye koşarsam ahretlik
    Bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
    Her adım attığım yeri basan bir sis.
    Hangi yana baksam onu görüyorum:
    İnancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
    Günah kapılarının aralandığı,
    Tanrıların bile avaralandığı
    Şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
    Güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
    Sana tapınanlar kardeşimdir benim;
    Güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
    Kucakla beni, tanrıça sev, sar beni,
    Ey yırtıcı, en aç hayvanların ini
    İçimin göz görmez mağaralarına gir;
    Senin girmediğin yerde haset, kibir
    Dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
    Çakal seslerinden örülmüş bir gece,
    Teneşir başında oynaşan çirkinler
    Engerek düğümü doğuran gelinler
    Zina şöleninde beynin nöbet nöbet
    Cehennem halatı çeken bir iskelet
    Ve yaprak indiren ağaçlar baharda…
    Senin bağışından yoksun kucaklarda
    Çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
    Ağrı’ya eş bir dağ olsaydı içimde
    İlkin şu gönlüme doğardın her sabah,
    Bana her yer geceyken sarardın, gümrah
    Sarı saçlarınla benim varlığımı,
    Kendimde taşırdım kendi toprağımı…
    Ağrı’ya eş yüce bir dağ yok içimde
    Ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
    Kaplamış gözümün gördüğü her ufku
    Umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.

    Ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
    Ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
    Bu yalnız inilti esen manzaradan
    Bir çaresiz ay’dır sallanan aradan;
    Işık tuttuğu her şey bir taze yara.
    Onmaz bu gece. Bırak karanlıklara!
    Can yiğitliğini yitirmiş, kalb aşkı
    İlenişlerinden insanın bir şarkı
    Tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski…
    Ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
    Üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
    Bir şemsiye gibi açtı mı gündüzü
    Altında her kalbe esenlik payı var;
    Bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
    Vurup alnımıza serin gölgesini.
    Bizimdir bu korku, bu renk dolu sini
    Üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
    Bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
    Şu aydın, ferah ve rahat gök altında
    Her kazazedenin müjdesi bir ada,
    Her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
    Koparırken elin taze meyvaları
    Öyle kolaydı ki şaşıyorum demek;
    Soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
    Niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
    Ağrı! başına boz bulutlar inmede.
    Ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk…
    Bu köpüren sular ve geçmez susuzluk
    Kim şu vurulmuş yatan, ova boyunca,
    Bir kan çeşmesine açık durup avcu?
    Çile pazarında cana pey sürümü
    Çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
    Korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
    Yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
    Ölümsüz barışa gülen şafakları,
    Lezzet ve esenlik tüten ocakları,
    Ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
    Tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
    – Dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
    Vuran bir toz parçası değilse eğer
    Küçük gövdesine budur giden ölüm,
    Onun yüzünü bizden çeviren ölüm…

    Sen ey, oyununu en güzel oynayan!
    Hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
    Birgün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
    Sen ey! ölümden çok hayatın kardeşi
    Dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
    Her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
    Ve geri getirdin o sürgünlerini?
    Nerde buldun tekrar eski günlerini
    Zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
    Ve en güzelini sönmüş, ateşlerin,
    Kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
    Ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
    Evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
    Bizden gidenlerin birgün en yakını
    Ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
    O aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
    Ey boş gecelerin dadı ayışığı!
    Salla, salla hüzün uyuyan beşiği
    Söğütlerin nazlı dalları içinden
    Bir sabahı özleyen şu taze kadın
    Yatsın başyastığına anılarının;
    Bir makina sesiyle işleyen kalbi
    Alıp gezdirirsin onu bir gemi gibi
    Düşlerinin durgun, mavi denizinde.
    Beni de hep kendi kendimin izinde
    Fenerinle yolumu aydınlatarak
    Barış çeşmesini aramaya bırak,
    Budur yaşadığın sürece görevin;
    Gecelerin birinde, solgun alevin
    Güne yenilmeğe başladığı zaman
    Üstüne başımın düştüğü kitaptan
    Eser Mevlana’nın üflediği rüzgâr…
    İşte, gam türküsü söyleyen kamışlar
    Rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
    Bu bir düştür belki, insan uyanınca,
    Gözlerinde kalır serabı bir ömür,
    Her şey bu ışıltı ardından görünür
    O insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
    Seni uykuya çekip götüren elim
    Kadınım, ayışığı içinden şu anda
    Aldanış diye ne varsa bir insanda
    O daldan tutuyor… Böyledir bu. Kader.
    Kavuşur sabaha en uzun geceler
    Ve serin durur her avunuş testisi.
    Rüzgârlar başladı. Sonsuzluk gemisi
    Önünde köpürüp şahlanmada engin;
    Yolcusu olduğu nihayetsizliğin
    Bir ucu Allah’ta ve sende bir ucu
    Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
    Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
    Barıştıran sınır geceyle gündüzü;
    Ey sonsuza doğru ilkuçtan gelen Dağ!
    Göğü perde perde delip yükselen Dağ!

    (A.M Dranas)

Bir Yorum Yazın